Paris
Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i okurken gelen bir telefon, kardeşimden.
-Sana bir şey attım internetini aç.
Hayata geç kalmak diye bir şey var mıdır? Hayat dediğimiz şey; her gün, günle beraber intinaş etmez mi dünya döndükçe. Sayıları ayraç yapıp yaşantımızı organize ediyoruz, an’ albümü oluşturuyoruz hafızamıza atmak için. Zamanı yakalamak uğruna peşinden koşarken yorulduklarımızı raflarından kaldırıyorum: Zamansız değil miydi oysa gülüşlerimiz? Zamansız olmasaydı, her yokladığımda orada olmazdı; zamansız olmasaydık, yüzümüze vuran her yaz esintisinde aklımıza o gün gelmezdi. Gözlerim en iyi fotoğrafları çekerken, dilim söylenecek en güzel cümlelere müsaitken dünyamın en nahif tonundan, ellerim kağıdın üzerinde seni yazarak resmederken; albümlere sığdırabilmek, sınırlarını çizmek zamanın, ne mümkün! Yaşadığımızı hissettiren şeyler eşlikçisi hayatın. Onlar şarkısını çalarlarken kronometre elinde beklemek, işe yarayacak zamanı parçalara ayırmana. İşe yaramayacak her an yeni, yeniden var olmana karşı direnmene. Her gün sıfır noktasından başlarcasına, yeni ve her intinaş edişinde sen, farklı bir sen, yeniden. İhtimaller kovalayacak birbirini ardı sıra. Rutin görünümlü yeryüzünün çağlayanı sürükleyecek seni de akarken. Kelimelerin ötesindeki anlamlara ulaştığında başlayacak büyük devinim.
02:51
Sabah Deniz Dülgeroğlu’nun “Merdiven Altı Terapi” podcastini dinlemiştim: intinaş etmek, dilimize kazandırdığımız yeni söz grubu.
Baktığın değil, daldığın yerdeyim. Cümle arası iç çekişlerin, kafanda taşıdığın sensizliklerinim. Karanlığın sarhoşluk etkisi uyandırdığı vakitlerde, damar yolunu bulmuş bir esinim. Yazılmamış senaryolarının sessizliklerindeyim, sınırları belirsiz gölgelerinin tekinsiz bekçisiyim.
Sakla kinini en derinlerine
Gününü bekler kaybedilecek savaşlarının
“Hayatta ve fotoğrafta en iyi pozu yalnızlar verir.”
İnsan en çok da varmak istediği yerden koşarak uzaklaşır. Duvarlara çarpmak istediği sözcükleri kanatır boğazını en çok. Adımları hızlanırken hayatın, düğümleri dolanır ayaklarına yutkunmamış boğazların.
“Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”
Tolstoy’a atfediliyor…
Bir şehri bizim için değerli kılan sahi yaşanmışlıklarımız mıdır?
Yaşananları heybemize koyup şehrin ruhunu dinlemek mümkün müdür?
Tekrarlayan döngülerim oldu hayatta. Yüz kere algıda seçiyorsun, yüz kere de çağırıyorsun. Bakış açını değiştir, düşünceni gözden geçir. Şans? İstisnaları vardır elbet; %100 dersen tez-makale.
Şehrin insanları şehre perde çekiyor. Şehrin insanları diye ayrıca bir kategori daha açmak hafızayı gereksiz şişiriyor. Sınır çizmişiz yaşam alanı adını verdiğimiz; bu alanın dışında yaşam yokmuşçasına beşeri de bağlamışız bu tanıdık hava sahasına. Bakıvermişsin yaradılışımızdan gelen aidiyet bizi oranın yapmış.
Merhaba ben insan, yalın insan. Ne bir yere aidim, ne de olmaya niyetim var. Aidiyet dedin. Ben de yetinme dedim. Duygularımız çatışıyor bu defa! Kendimle çatışıyorum bir defa, bırakıyorum öylece kucakladıklarımı ve unutuyorum coğrafyamı. Derdime düşüyorum.
Soruyorum: Şimdi, bana nasıl sınırlar çizeceksin? Daha ben ruhumu dizginleyememişken bedenimi bir avuç toprakla nasıl ölçüştüreceksin?
Hepimizde aynı kalabalıklık, aynı kalabalık yalnızlık. Aynı yaşanmışlıklar, aynı coğrafya. Ortak geçmiş. 10 kilometre ötedeki ben, 20 kilometre gerideki ben. Alt komşumuz -yaş 50-, 15 yıl sonraki ben. Bir köprü aradaki. Üstünde belki iki keçi. Biri ben. Biri benden.
İçimdeki ses, milyonlarca. Taşıdığım şu kafa; tutmaya alışkın, susmaya da. Nereye gitsem farklı yüzler benden içeri bana, aynı yaşanmışlıklar hiç şaşırtmayan yana.
Döngüler tekrarlanır, hikayeler anlatılır. Kendinden arındır şehirleri. Şehirler insanların peşinden gitmez.